Dördüncü Çıkış
Yaz bitti. Güneşin saltanatlı günlerinin olgunlaştırdığı ürünleri paylaşma zamanı geldi ve Karabatak ilk günkü heyecanıyla yeniden su yüzüne çıktı. Özlemişiz. Bir ay fazla bekledik çünkü. Bir solukta anlatmalıyız, soluksuz kaldık. İlk öğretmenimizin yakamıza taktığı kurdele bir hayat belirtisi olarak kıpkırmızı parlıyor hâlâ. Edebiyatın, zamanı okumak olduğunu hatırlatan o kurdele hep yakamızda kalacak. Her şiir vücut bulduğu çağı heceliyor, her öykü tanık olduğu anların nabzını tutmakta. Her deneme, kuş bakışı uçuyor saatlerin üstünde, her roman büyütecini sonsuz bir iştahla gezdiriyor yerkürenin gözeneklerinde. Edebiyat gözlerden kaçırılmak isteneni bulup çıkartıyor duldalardan.
Yaz bitti. Karabatak’ın şairleri Ahmet Haşim’in göllerinden kestikleri kamışlarını hokkalarına batırdılar. Sorular karıncalar gibi yürüdü dudaklarda: Vaktin bütün sokaklarında tutuşurken saatler, hangi satıcı bize bileklerimizi gösterebilir! Dünyanın koca bir cesede döndüğü günlerde nereye gömebilir cesedi şair! Bin yıllardır yorulmuyor Kabil kardeşini öldürmekten. Ve hâlâ saati sormakta yoldan geçenlere. Oysa sorması gereken şuydu: Ayı tuzaktan kim kurtaracak? Saat kırıldığında sönecek mi perde? Şehirdeki son ağaç kovacak mı yapraklarını? İleri saat seferleri ne zaman başlayacak? Cehenneme uzayan gözlere mil çekecek kimdir! Yalnızlığa alışamadım ona da gülüyorum, diyen şair, söyle alışkanlık yüzünden ağlanacak ne kaldı dünyada! Bir yürüyüş denemesi yapmanın vakti gelmedi mi! Renkleri az bilip çok anlatmanın! Yalın ayak toprağı ısıtmanın, düşsel bir hızla yol alıp katil olma arzusunu yok etmenin. Şam’ın balına zehir katılmışken tatlı sözlerle oyalanmak da ne!
Düşünceyle sanat arasında bir vadide akacaksa nehir, deneme kayığına binmekten başka çare yok. Denemeler, sanat ve düşüncenin derin belgeleri; Karabatak’ın her dalışında gözlerini kamaştıran mercanlar. Cemal Süreya’nın, “Çünkü yalnız denemeyle anlatılabilen şeyler vardır. Yalnız şiirle, yalnız öyküyle, yalnız romanla anlatılabilen şeyler olduğu gibi,” demesi boşuna değil. Boşuna değil poetikadan felsefeye, sanattan eleştiriye, mektuptan geziye denemenin bütün renkleriyle ilgilenmemiz. Doğrusu aynı ağacın kolları olsa da, sanatın her dalı bir başka dalın uzanamadığı yerde sarkıtıyor meyvesini.
Öykülerimiz mi? Onlardan da söz edeceğiz madem; özgün, taze ve şaşırtıcı olduklarının kaydını düşmeliyiz. Önceki sayılarımızda aşina olduğunuz isimlerin yanı sıra adını duymadığınız öykücülerle tanıştırıyoruz yine sizi. Hiçbirini atlamadan okumanızı salık veririm. Türk öykücülüğünün henüz keşfedilmemiş en gümrah damarlarından birinin Karabatak’ın sayfalarında vücut bulduğunu göreceksiniz.
Edebiyat dergileri ülkemizde yıllardır kapsamlı dosyalarla okurlarının dikkatini çekmeye çalışıyor. Hareket alanını kısıtladığını düşündüğümüz bu dosyalar yerine gerektiğinde birkaç yazıdan oluşan küçük dosyaları tercih ettiğimizi belirtmeliyim burada. Bu sayının minimal dosyası “Faust”. Her ne kadar Goethe’nin kahramanıysa da “Faust” bizim için “İnsan” anlamına geliyor. Üç denemeyi üç anahtar gibi döndürüyoruz kalbinde.
Bu sayının röportajını sinemanın sessiz bilgesi Semih Kaplanoğlu’yla yaptık. “Kâinatın sesini duymak için müziğin sesini kısmak lazım,” diyen Kaplanoğlu adına estetik denen o büyük ahenge işaret etti kelimeleri ve sessizliğiyle. Her sanatta olduğu gibi sinemada da boşluklarda biriktiğini gösterdi cevherin.
“İçindekiler” sayfalarının işlevini ortadan kaldırmamak için sunuşta ne isimleri andık ne de ayrıntılı olarak içerikten söz ettik. Bir sayfa daha çevirerek, yalnız edebiyat alanında değil, resimden müziğe, sinemadan tiyatroya, mimariden fotoğrafa, karikatürden illüstrasyona sanatın bütün vadilerinde eşlik edebilirsiniz Karabatak’a.