Sorularla İslam Dini ve İslam Tarihi
‘‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?
Ancak tam akıllı kişiler düşünür ve ibret alırlar.’’
Kur'an, Zümer Suresi
İslam tarihi, İslam dini tarihinin yani İslam ilmi-hali'nin ayrılmaz bir parçasıdır; ancak, ana kaynaklara dayanılarak, boş inanç ve düzmece öykülerden arınık yazılmış bir İslam tarihi yardımıyla İslam Dini'nin yalın, gerçek ilkeleri anlaşılabilir.
Ülkemizde İslamiyet, "Mızraklı ilm-i hâl", "Envâr ül-Âşı kıyn" vb. kitaplardan öğrenilmeye, öğretilmeye çalışıldığı için halk, din adına hurafeler, İslamiyetle ilgisi olmayan şeyler öğrenmekte, din simsarı tarikat şeyhi taslaklarının ağına düşerek, gerçek İslâmın temel ilkelerini açıklayan kişilere onların özendirmesiyle düşman olmaktadır.
İslam tarihi ayrıca, dinin kurucusu Hz. Peygamber'in ve onun yakın arkadaşlarının (sahabeler) yaşantılarının, davranışlarının, birbirleriyle ilişkilerinin bilinmesi, örnek alınması bakımlarından çok gereklidir.
Bugüne dek İslam tarihinin konularını, olayların gelişimini, hele bu tarihi yapan kişilerin gerçek kişiliklerini, bağnazlıklardan, uydurma öykülerden ya da abartmalardan uzak, nesnel olarak ele alan bir yapıt hemen hemen yok gibidir. Özellikle Türk halkının anlayabileceği açıklıkta ve yalınlıkta hiç yoktur diyebiliriz.
Türk toplumu, İslam tarihiyle ve İslam Diniyle ilgili bilgileri; "Uğur Abbas", "Kesik Baş", "Güvercin", "Deve ve Geyik" adlarıyla yazılmış gerçekle, akılla mantıkla ilgisi bulunmayan öykülerden ve Türk halkını gericiliğe, bağnazlığa sürüklemek için "Şeyh Ahmed'in Vasiyetnamesi" gibi Araplar'ın uydurduğu saçma sapan şeylerden oluşmuş sanır ve bunları öğrenmeye, benimsemeye çalışır.
İşte biz, Müslüman Türk halkına yanlış bilgi vermemek için, ana kaynaklara başvurarak bu kitabı kaleme aldık. Dilini de, bugünkü ve gelecekteki kuşakların anlayabilecekleri biçimde yazmaya çalıştık.
Kimi dini deyimlerde, başta Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere bazı çevrelerin tutuculuğu sürmektedir. Örneğin bunlar, Allah sözcüğü yerine öz Türkçe Tanrı sözcüğü kullanıldığında tepki gösterirler; ama "Huda", "Yezdan" sözcüklerinin kulanılmasını olağan görürler. Oysa "Huda-kendi gelen", "Yezdan-İki Tanrıcılı Zerdüşt dinindeki iyilik Tanrısının adı" anlamında Farsçadır. Öte yandan "Peygamber", "Abdest", "Namaz", "Oruç" sözcükleri de Arapça değil Farsçadır. Arapçaları: Peygamber-Resul; Abdest-Vuzu; Namaz-Salat; Oruç-Savm'dır.
Allah yerine, öz Türkçe aynı anlamdaki Tanrı sözcüğüne gösterilen anlamsız duyarlılık bu Farsça terimlere niye gösterilmiyor? Bunların da Arapçalarını kullansalar ya...
Ben, İslam Tarihi ve İslam Diniyle ilgili konuların öz Türkçe yayımlanmasından yanayım; çünkü Türk toplumu, İslam dininin gerçek temellerini ancak bu yolla anlayabilir. Zaten öz Türkçe dinsel terimlere ve deyimlere karşı çıkanlar, sözde din adamı geçinenler, halkın, dinin gerçeklerini anlamasına karşıdırlar. Onlar ancak bu yolla halkın kutsal duygularını daha kolay sömürebilirler.
Bu alanda yüzlerce yıl önce yayımlanmış "Ahmediye" ve "Muhammediye" adlı kitaplarda Allah yerine hep "Tanrı" ya da "Çalab", "Peygamber" yerine "Yalvaç", "Cennet" yerine "Uçmak", "Cehennem" yerine "Tamu", "Mağfiret" ve "Bağışlama" yerine "Yarlıgama" vb. Türkçe sözcükler ve terimler kullanılmıştır. Eğer o zamanlar Sünniliği savunan bu kitapların yazarları Yazıcıoğlu Mehmet ve Ahmet kardeşler (Mehmet'in ölümü: 1451, Ahmet'in ölümü: 1455) yapıtlarını bu yalın Türkçeyle yazmasalardı, XVI. yüzyılda Anadolu Türk halkı arasında Türkçe yapıtlarla Şiilik tanıtımı yapan İranlı dervişler, bütün Anadolu Türk halkını, İran'ın İmamiye mezhebine sokabilirlerdi. Hem bir ulusun kendi dilinde o kavramı anlatabilecek sözcükler varken neden onu kullanmayıp yabancı dillerin sözcüklerini kullansın? Bu, onların, savunduğu milliyetçiliğe de aykırıdır.
Öte yandan, eğer bir topluluğun ibadet dili başka bir dilde olursa halk, dinsel bilgileri anlayamayacağından, o toplumda boş inanç, tutuculuk ve gericilik kol gezer. Bu yargı bütün dinler için geçerlidir. Örneğin Japonlar'ın, dinsel duygular bakımından geniş bir hoşgörüye sahip olmaları, ibadet dillerinin, kendi anadilleriyle oluşundandır. Hıristiyan topluluklar için de durum aynıdır: Protestan halk topluluklarının, Katolik ve Ortodosk mezhebindeki topluluklardan daha geniş görüşlü ve dinsel hoşgörüye sahip oluşları bu yüzdendir.
Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı Âzam Ebu Hanife Numan b. Sabit (699-769), Arapça bilmeyen İran Müslümanlarının namaz kılarken namaz surelerini Farsça olarak okumalarının doğru olduğunu söylemiştir. Bu büyük din bilgini ve Hanefi mezhebinin kurucusu eğer, Karahanlı Türkleri'nin İslamiyete girdikleri 940'lı yıllarda yaşasaydı kesinlikle Türkçe için de aynı hükmü verirdi. Halkın bu gerçekleri bilmemesi, zaman zaman dinsel konularda gereksiz tartışmalara yol açmaktadır. Ezanın bir süre Türkçe okunup, Demokrat Parti zamanında yeniden Arapçaya çevrilmesinden sonra, en basit dinsel bilgilerden yoksun bir milletvekili, Mecliste kürsüye çıkıp "Ezan Türkçe okunduğu zamanlar kıldığımız namazlar ne olacak?" yani o zaman ki namazlar kabul olmaz demek istemiştir. Oysa ezan okumak farz yani Tanrı buyruğu değil sünnet yani Peygamber'in uygulamasıdır. Bu nedenle namaz vaktinde orada bulunanlardan birisinin halkı camide namaz kılmaya çağırmasıyla amaca ulaşılmış olur. Sünnet olan ezanı okumamakla topluluk günaha girmez ve namazlarında da bozulma olmaz. Nitekim gözlerimle gördüm, Mısır'da, Pakistan'da ve Hindistan'da Müslümanlar beş vakit namazlarda sadece farzları kılıyor, sünnetleri kılmıyorlar. Cuma namazının farzı aslında iki rek'attır; bizdeyse onaltı rek'at kılınır. Demin sözünü ettiğim memleketlerde cuma namazı-ki farzı aynıdır-iki rek'at kılınıyor, doğrusu da budur.