Düşünce tarihinin en önemli dönüm noktalarından biri, 9.
yüzyıldan itibaren İslam dininin felsefeye kapı aralaması
ile yaşandı. Başlangıçta Hz. Muhammed’in, Müslümanların
oluşturduğu devlette adeta devlet başkanlığı görevini üstlenmesi,
özellikle siyasi konular söz konusu olduğunda, belirli tartışmaları
gereksiz kılıyordu. Ancak İslam devletinin sınırlarının
giderek genişlemesi, bu bağlamda çok sayıda farklı kültürle temas
edilmesi, özellikle devlet yönetimi ve siyasal iktidar ilişkileri
bağlamında çözülmesi gereken çok sayıda yeni sorun üretti.
Dinin temel referans kaynağı olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’te
hayatın pek çok alanına ilişkin kapsamlı düzenlemeler bulunurken
toplumsal düzen ve kurumlara ilişkin yalnızca genel esasların
yer alması, yöneten-yönetilen ilişkilerini iyice çetrefilli bir
sorun haline getirdi. Aynı dönemde fetihler aracılığıyla devletin
hükmettiği alanın, bununla bağlantılı şekilde kültürel etkileşimin
artması, felsefeyle buluşulması sonucunu doğurdu. Abbasiler
devrinde, devletin sınırları önemli ölçüde genişlemesi,
yönetilen unsurların kültürel çeşitliliğini artırdı. Bu durum, bir
bakıma, yöneticilerin yeni hükmetmeye başladıkları coğrafyalarda
da yalnızca zora dayalı olmayan, meşruluk içeren bir yönetim
anlayışı kurma arayışlarını beraberinde getirdi.